Ekim ayı içerisinde ve 2017 yılındayız. Sovyetler Birliği dediğimiz ülke 1917
yılında doğmaya başladı ve Ekim Devrimi adı verilen bir olayla özdeşleştirildi. Dolayısıyla, Ekim Devrimi’nin 100. yılında yaşıyoruz. Takvim farklılığını
bir tarafa bırakırsak, ki Gregoryen takvimine göre 6 – 7 Kasım’da vuku bulmuştu, 25 Ekim’i, Ekim Devrimi denilen olayın yıl dönümü olarak görebiliriz.
Bunu bir devrim olarak görenler de görmeyenler de var. Ben devrim olarak
görmenin doğru olup olmadığını biraz tartışacağım.
Şüphesiz, Ekim Devrimi çok büyük bir olaydı. Her büyük olayın 100. yılı
da önemli bir yıldönümüdür. Bu olayın mutlaka çeşitli yönleriyle ele alınıp
tahlil edilmesi gerekir. 25 Ekim civarında ne olduğunu kısaca hatırlatayım:
1917 yılında Rusya’da iki tane hadise vuku buldu. İlki Şubat ayında vuku
buldu, ikincisi Ekim ayında. Ekim Devrimi derken daha ziyade Ekim ayında
olana atıfta bulunuyoruz ama bir devrim olduysa bunun Şubatta olmuş olan
olay olma ihtimali daha yüksektir. Yine de biz galat-ı meşhuru takip edip
Ekim Devrimi adlandırmasını kullanabiliriz.
Şubat ayında grevlerle başlayan, aniden gelişen bir çarlık yönetimi aleyhtarı hareket iktidarı yıkmayı başardı. Bunda tabiî ki Almanların Birinci Cihan Harbi’nde Rus ordusunu yok etmiş olmasının da çok büyük tesiri vardı.
Yani Çarlık Rusya’sı bu tür yıkıcı hareketlere karşı kendisini koruma ve bu
hareketleri bastırma gücünü önemli ölçüde kaybetmişti ve tam bir kargaşa
içerisinde sürüklenmekteydi. Şubat Devrimi’nden sonra, yani Çarın kışlık sarayının ele geçirilmesinin ardından geçici bir hükümet kuruldu.
Bu hükümet bir koalisyon hükümetiydi, içerisinde çeşitli gruplar vardı. Tahmin edeceğiniz gibi, istikrarsız bir hükümetti, ülkedeki karışıklığa bir çözüm
bulamadı. Olaylar devam etmekteyken Bolşevikler devreye girdi. Şubat ayında
devrim vuku buldu ama Lenin’in Rusya’ya gelişi Nisan ayındadır ve Lenin’in
Rusya’ya gelişinde Alman gizli servisinin bir payı olduğunu, Alman gizli servisi tarafından gönderildiğini biliyoruz. Lenin, diğer sosyalist gruplardan kendisini farklılaştırmak için arkadaşlarının muhalefet etmesine rağmen Sosyal
Demokrat İşçi Partisi’nden ayrılmış ve 1903 yılında Bolşevik grubu kurmuştu.
Profesyonel devrimcilik dediğimiz şeyi başlatan Lenin’di. O örgütünün
yarı-zamanlı devrimcilerden, boş zamanlarında devrim işleriyle uğraşan
kimselerden değil, bütün hayatını devrim denen şeye feda eden kimselerden
oluşmasını istiyordu. Lenin çelik disiplinli, profesyonel olarak işi devrimcilik
olan insanlardan oluşan bir örgüt kurdu. Bu örgüt aslında küçük bir örgüttü
fakat Lenin’in gözü karalığı sayesinde, boşlukları iyi gören ve hızlı hareket
eden bir örgüttü. Nitekim geçici yönetimi Ekim ayında devirdiler, iktidara
geldiler. Ondan sonra bir seçim yapıldı ve Bolşevikler %25 kadar oy aldı.
Bu, anayasa hazırlayacak meclis için yapılan bir seçimdi, ama Lenin meclisin toplanmasını istemedi, toplantıyı erteledi. Daha sonra zaten bütün muhalif güçleri dağıttı. Moskova’da daha büyük bir direnişle karşılaşmalarına
rağmen Bolşevikler, bu direnişin de hakkından geldiler ve Rusya’ya hâkim
oldular. Sonra, üç sene süren bir iç savaş çıktı. İç savaş yaşandıktan sonra
Rusya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne dönüştü.
Özellikle Şubat’ta olana devrim denebilir mi? Evet, denebilir. Devrim demek, çok miktarda siyasal değişikliğin belli bir zaman dilimi içerisinde hızla
vuku bulması ve bu değişikliğe toplumdan büyük katılım olması demektir.
Şubat olayına baktığınızda bunu görüyorsunuz fakat Ekim olayına baktığınızda bunu göremiyorsunuz. Ekim ayındaki olay organize bir azınlığın gözü
karalığı ve fırsat değerlendirme becerisi sayesinde hükümeti devirip iktidarı
ele geçirmesi olayıdır ama bu tartışma bizi burada ilgilendirmiyor.
Sosyalizmle bugün neden ilgilenmek zorundayız?
1917 yılında bunlar vuku buldu; Rusya’da ve Sovyetler Birliği’nin doğuşuna giden yola girildi. Peki, biz niye bugün sosyalizmle ilgilenmek zorundayız? Zaman
zaman şöyle bakışlarla karşılaşıyoruz; “Sosyalizm zaten bitmiştir, çağını doldurmuştur, artık sosyalizmle ilgilenmeye gerek yok”. Ben öyle düşünmüyorum.
Sosyalizmle ilgilenmemiz lâzım. Bir defa, 20. yy bir sosyalizm çağıdır. 20. yy
sosyalizmin yükselişini ve çöküşünü görmüştür ve bu basit bir olay değildir. Bu
çapta bir olay, mutlaka ve mutlaka incelenmelidir, hatırlanmalıdır. 20. yüzyılda
kırk kadar ülkede sosyalist rejimler kuruldu ve bu rejimlerin ortak özellikleri
vardı. Dolayısıyla bu rejimler de bize akademik olarak inceleyebileceğimiz bir
malzeme temin ettiler. Aynı zamanda Sosyalist Blok, Doğu Bloku veya Komünist Blok adıyla dünya siyasetinde de 20. yüzyılda önemli roller oynadılar. Bu
bakımdan da sosyalist ideoloji ve sosyalist ülkeler mercek altına yatırılmalıdır.Şu hatadan kaçmakta fayda var: Zaman zaman günlük lisanda -ben de bu
hataya düşüyorum- komünizm üzerinden Sovyetler Birliği denen olguyu tartışıyoruz. Bu bir bakıma anlamsız. Sovyetler Birliği komünist bir ülke değildi, Sovyetler Birliği sosyalist bir ülkeydi. Komünizm bir ideal, biliyorsunuz,
Marx’ın tarihî gelişim şemasına göre sosyalist aşamadan sonra komünist
aşamaya geçilecektir ve devlet sosyalistlerin çok sevdiği tabirle sönümlenecektir. Devlet ortadan kalkacaktır, bu bir ideal olarak kalmıştır. Realite ise
sosyalist rejimler şeklinde kendini gerçekleştirmiştir. O yüzden zaman zaman yapıldığı gibi komünizme eleştiri getirip sosyalizmi bunun dışında tutmak doğru olmaz. Komünizme teorik eleştiri getirebiliriz; bu mümkün ve
gerekli ancak asıl üzerinde durmamız gereken yaşanmış bir gerçeklik olan
sosyalist ideoloji ve sosyalist rejimlerdir.
Size bu konuda yararlanmak için birkaç kaynak adı da vereceğim. Komünizmin Kara Kitabı” [1] diye bir kitap var. Stéphane Courtois isimli Fransız bir
yazar bu esere editörlük yapmış. Yazarlarının hemen hemen tamamı sosyalist
ve –daha namuslu entellektüeller oldukları için- şu endişeyle hareket ediyorlar: “Bu komünist ülkelerde olan rezaleti, faciayı, dramı sosyalist olmayan
yazarlar zaten ele alacaktır. Biz daha hızlı davranalım onlar bu işi yapmadan
biz yapalım”. Yani sosyalist eğilimli yazarlar komünizm üzerinden bir kara
kitap yazmaya kalkmışlardır. Aslında kitabın isminin “Sosyalizmin Kara Kitabı” veya “Ortodoks Sosyalizmin Kara Kitabı” olması gerekirdi. Dolayısıyla
komünizm bir ideal olarak kaldı sosyalizm ise uygulama alanı buldu.
Bir diğer mesele, sosyalizmle ilgilenmemizi gerektiren bir sebep, sosyalist
ideolojinin muazzam yaygınlığıdır. Sosyalizm her ne kadar bir makro model
olarak iflas etmiş ise de ve dünyada hâlihazırda hiçbir ülkede uygulanmıyor
ise de –tabiî ki Kuzey Kore, Küba gibi ülkeler var ama onları dikkate almaya
belki gerek yok, çünkü onlar hanedan sosyalizmi denen bir tür sosyalizm yarattılar, birçok sosyalist buna karşı çıkabilir- entellektüel âlemde hâlâ baskınlığı olan bir yaklaşımdır. Amerika’da yapılan çalışmalara göre Amerikalılar
özellikle kapitalizm kelimesi kullanıldığında, bir kat fazla oranla sosyalizmi
kapitalizme tercih etmektedir. Ortalama insan sosyalizmin iyi bir şey olduğunu, iyi ideallerin sembolize edilmesi anlamına geldiğini ve uygulanabilse
insanlığa çok yararlı bir şey olduğunu düşünmektedir.
Yani tarihî sicili belli olan bir yaklaşım ve onun pratiği için bu yorumu yapabilmek gerçekten insanı biraz şaşırtıyor, ürkütüyor. Türkiye’ye baktığımızda da önemli ölçüde entellektüel muhitlerde sosyalizmin ağırlıklı olduğunu
görüyoruz. Türkiye’nin en önemli yayınevlerinden bir kısmı sosyalisttir, en
önemli üniversitelerindeki bazı bölümler bir şekilde sosyalist hocaların altındadır. Her ne kadar iktidar zaman zaman yanlış yollarla bu kişilerle mücadele etmekteyse de değişen fazla bir şey yoktur. Burada bir parantez
açıp söyleyeyim, mesela bu “Barış Bildirisi” denilen, içeriği çok tartışmalı, bana
göre ahlâksızca olan bildiri yüzünden sosyalist hocaları işten atmak, eylemin
kendisi yanlış olmak bir tarafa, ülkedeki yahut o kulvardaki sosyalist hâkimiyete bir darbe indiremez. Üniversiteler çoğaldı, YÖK bugün muhafazakâr bir
hükümetin kontrolünde, dolayısıyla üniversite rektörlüklerine muhafazakâr
hocalar atamak mümkün. Olabilir ama entellektüel iktidar kimde diye köklü
üniversitelere baktığımızda, Hacettepe gibi, ODTÜ gibi, Boğaziçi gibi, Marmara
gibi yerlere baktığımızda, tüm kilit noktalarda sosyalist hocaların toplandığını
ve ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Demek ki, yeni üniversiteler kurup yeni kurumlar yaratmakla entellektüel ortamı değiştirmek mümkün değil. Entellektüel ortam, entellektüel çabalarla değişir. Milleti işe almakla veya işten atmakla değişmez. Bu bakımdan Türkiye’de hâlâ sosyalizmin büyük bir entellektüel
ağırlığı vardır ve bu ağırlıkla da bir şekilde hesaplaşılması gerekmektedir.
Eğer liberalseniz sosyalizmle özel olarak ilgilenmeniz gerekir. Çünkü birçok önemli liberalin söylediği gibi liberalizm ve sosyalizm birbirinin zıddı
iki ideolojidir. Önemli liberal filozoflardan Herbert Spencer, bütün sosyalizm
türlerini yaklaşan kölelik olarak görmüştür ve haklı çıkmıştır. Hayek, birçok
çalışmasında sosyalizm ve liberalizmin zıt kutuplar olduğunu söylemiştir.
Norman Barry daha akademik bir çalışmasında birçok yaklaşıma göre iki temel ideoloji olduğunu, bunların liberalizm ve sosyalizm olduğunu, ideolojik
tartışmaların önünde sonunda bu ikisi arasındaki zıtlaşmaya indirgeneceğini
söylemiştir. Felsefî olarak söyleyecek olursak, bir tarafta bireyci bir felsefe
olarak liberalizm vardır, diğer tarafta kollektivist felsefenin –toplumcu demek istemiyorum asıl adlandırması kollektivisttir, çünkü toplumcu deyince
bu felsefeye bir avantaj da sağlamış oluyorsunuz- en gelişmiş olanı ve en fazla uygulama alanı olan da sosyalizmdir. Hatta Nazizmle, faşizmle bir karşılaştırma yaparsak görürüz ki, totaliter sıfatını gerçekten ve daha iyi hak edenin sosyalist ülkeler olduğunu birçok uzman söylüyor. Her ne kadar faşizm
kavramı Mussolini’den kaynaklanıyorsa da nasyonal sosyalistler, faşistlerden sosyalistler nasyonal sosyalistlerden daha koyu totaliter sistemler kurmuşlardır. O bakımdan da sosyalizmle ilgilenmemiz gerekiyor.
Sosyalizm ve Sosyalist Ülkelerin Tecrübesi
Peki, sosyalizm dediğimiz şey nedir? Bu da ciddî bir mesele… Bir seferinde,
adını vermeyeyim, Birikim Grubu’nun önde gelen isimlerinden birisiyle bir
panele katılmıştım. O sosyalizmi anlatacaktı, ben liberalizmi anlatacaktım, dokunmayacaktık birbirimize. Sonra o liberalizme bir şeyler söyleyince ben de sosyalizme bir şeyler söyledim. Sorunca “Sosyalizm doğru ve haklıdır” dedi.
Ben de “Sosyalizm dediğiniz nedir?” dedim, çünkü sosyalizm yıkılmıştı; yedi
sekiz sene oluyordu. “Henüz tanımlanmadı” dedi. Bu çok ilginç bir yaklaşım,
bu psikolojik bir vaka… “Henüz tanımlanmamış ama haklı, ne olduğu belli değil ama doğru, içeriğini bilmiyoruz ama üstün…” Bu çok ilginç bir bakış.
Sosyalizm değişik şekillerde tanımlanabilir, nereden baktığınıza bağlı. Benim yararlandığım kaynaklarda hoşuma giden tanım şu, sosyalizm aslında bir
politik ekonomi teorisidir. Buna bir ideoloji de diyebilirsiniz, bir toplum teorisi
de diyebilirsiniz, fakat bir politik ekonomi teorisi demeniz çok daha doğru
olur. Eğer bir politik ekonomi teorisi ise, Immanuel Kant’ın tartışmalarla ilgili
olarak yapılması gereken şeye işaret ettiği gibi, hem teorik hem ampirik bilgiye ihtiyacımız var. Bu ikisinden birisi eksik olursa tam bir tartışma yapamayız. Sosyalizm bir politik ekonomi teorisidir ve sosyalizmin özü özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Bunu şöyle de ifade edebilirsiniz; sosyalizm eşittir üretim
araçlarında özel mülkiyetin kaldırılması. Yahut daha sempatik gelecek bir ifadeyle üretim araçlarının sosyalleştirilmesi diyebilirsiniz, o zaman kimse itiraz
edemez zaten, çünkü sosyal olan bir şeye karşı çıkmak çok zor. Ama sosyalizm
özü itibariyle bir politik ekonomi teorisidir ve sosyalizm özel mülkiyetin, en
azından üretim araçlarında özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır.
Karl Marx düşünce tarihinde özel mülkiyeti şeytanlaştıran ne ilk ne de
son filozof oldu ama bunu yapan en önemli filozoflardan birisiydi. Antik Yunan’da bile en azından Platon’un kısıtlı komünizminde özel mülkiyetin şeytanlaştırıldığını görürsünüz. Ondan sonra düşünce tarihinde birçok benzer
çizgide görüşler ortaya serilmiştir. İlginç bir şekilde sosyalistler sosyalizmi
kapitalizmin bir eleştirisi olarak görmeyi seviyorlar. Sosyalizmin içeriği
nedir dediğinizde “Sen onu bırak, kapitalizme bak. Sosyalizm kapitalizmin
antitezidir” demeyi seviyorlar. Bu da onların düşüncelerine uygun çünkü kafalarında bir tarihî gelişim şeması var, her safha bir önceki safhadan daha iyiye tekabül ediyor. Sosyalizm de kapitalizmin zıddıysa ve ondan sonra gelecek
safhaysa kaçınılmaz olarak sosyalizm iyi olacaktır. İyi olan bir şeyin iyiliği
üzerine tartışmaya gerek yok, o yüzden zaten iyi kötü olan şeye bakalım. Bundan dolayı sosyalistler “Gelin sosyalizmin içeriğini tartışalım” dediğinizde
rahatsız oluyorlar. Dikkat edin sosyalizmin içeriğini nerdeyse hiç tartışmıyorlar. Ana sosyalist entellektüel çizgi kapitalizm eleştirisi yapmakla yoluna
devam eder. Çok muzip yazarlar da var, bunlar diyorlar ki: “Sosyalizm öyle bir
şeydir ki, kapitalizme atfettiği bütün kötülükler kendisinde tecelli etmiştir,
tezahür etmiştir.” Şimdi ben bu kötülüklerden bazılarını sayacağım ve niye
bunların ortaya çıktığı konusundaki fikirlerimi sizinle paylaşacağım. Bunu
yaparken de hiç sözümü sakınmayacağım doğrudan ve net konuşacağım.Sosyalizm eşittir diktatörlüktür. Sosyalizm kaçınılmaz olarak diktatörlük
getirir, gerektirir. Şimdi yine muzip bir sosyalist, “Bunda bilinmeyen bir şey
yok zaten, üstat Karl Marx proletarya diktatörlüğü demiş, mevcut olan diktatörlük burjuva diktatörlüğü ve bu bir azınlık diktatörlüğüne tekabül ediyor,
bizimkisi proletarya diktatörlüğü. Bu da işte o ulvî amaç için, yeryüzü cenneti için yani komünist toplum için gerekli bir şey. Bunda bilinmeyecek bir
şey yok” diyebilir. Ama bu da tabiî ki bir kaçamak yola başvurmak anlamına
gelir. Sosyalistler kapitalist ülkelerde diktatörlük olduğunu söyler, “burjuva
diktatörlüğü”, “kapitalistlerin acımasız diktatörlüğü” gibi kavramlar kullanırlar. Buna bir şey daha ilave ederler. Kapitalist ülkelerdeki özgürlüklerin “şeklî
özgürlük” olduğunu, gerçek özgürlük olmadığını beyan ederler ve derler ki
“Gerçek özgürlük ancak sosyalist bir toplumda var olabilir. O yüzden kapitalist toplumda özgürlük dediğimiz şey aslında bir yanılgıdır”. Bunu daha
sonra Antonio Gramsci gibi yazarlar hegemonyada kültürel araçların önemi
gibi şeylerle biraz daha geliştirmişlerdir. Ben ise diyorum ki gerçek diktatörlük ve özgürlük yokluğu, kapitalist ülkelerde değil sosyalist ülkelerde ortaya
çıkmıştır. Üstelik kalıcı olarak ortaya çıkmıştır. Yani kolay kolay ortadan kalkmayacak şekilde diktatörlük bu ülkelerde kurulmuştur.
Neden diktatörlük kurulmuştur sosyalist ülkelerde? Birkaç sebep sayabiliriz: Sosyalist ülkelerde diktatörlüğün ortaya çıkmasının birinci sebebi ideolojik sebeptir. Bu da şudur; Karl Marx insan doğasının temel özelliklerinden
birisini reddeden yazarlar arasındaydı. İnsan kendi menfaatini düşünen, kendi iyiliğini düşünen, İngilizce söylersek “self-interested” bir varlıktır. Karl
Marx ve diğer sosyalistler bunu reddettiler. İnsanın kendi menfaatinin -burada menfaati geniş anlamda kullanmak durumundayım lakin sosyalistler daha
ziyade maddî menfaati kastediyorlar- peşinde koşan varlıklar değildir, içinde
yaşadıkları sosyal ortam, davranış kalıpları, gelenekler, kültür, insanları
buna şartlandırmıştır ama bu bir kader değildir, kaçınılmazlık değildir. Bu
değiştirilebilir fakat değiştirilmesi de kolay olmaz. Burjuva diktatörlüğü yıkılıp proletarya diktatörlüğü kurulduktan sonra da insan doğasının iyi tarafının
tek özellik olarak kalması için çalışmamız gerekecektir. İki sebeple: Birincisi, her ne kadar burjuva sistemi yıkılırsa da burjuva sisteminin kalıntıları
proletarya diktatörlüğü içerisinde yaşamaya devam edecektir ve yine kendi
menfaati peşinde koşan insanlar var olacaktır. Bunlardan tamamen kurtulmak için bu insanları takip ve baskı altına almak gerekir. İkinci sebep şu:
Her ne kadar işçi sınıfı; alt yapı üst yapı hikâyesi; insan bilincinin içinde bulunduğu ekonomik koşullar tarafından belirlenmesi gibi sebeplerle sosyalist
olmak zorundaysa da, bir geçmişi olduğu için ve belli bir kültürden, tarzdan
geldiği için ilk etapta içinde bulunduğu yanlış bilinçlilikten, yani burjuvasisteminde olanı normal karşılama gibi eğilimlerden kurtulmakta zorluk çekecektir. Onları, en azından bazılarını, yanlış bilinçlilik halinden kurtarmak
için bir şekilde bu insanların kontrol altında tutulması ve endoktrine edilmesi gerekir. Endoktrinasyon, eğitim ve kültür araçlarıyla yapılacaktır. Eğer siz
böyle bakıyorsanız dünyaya, bunun sonucu kaçınılmaz olarak diktatörlüktür.
Bu anlattığım şeydeki özneyi yani sosyalizmi kaldırın yerine başka bir şeyi
koyun, mesela İslamizm, Ahmetizm falan diye bir şey koyun, yine aynı sonuç
ortaya çıkacaktır. Çünkü bu kalıp kaçınılmaz olarak bizi diktatörlüğe götürecektir. O halde proletarya diktatörlüğü meşrudur, proletarya diktatörlüğünün
meşruluğu bu amaçlardan, kendi kendisinden ve ideolojisinden kaynaklanır.
Hâlbuki burjuva demokrasilerde sistemin meşruluğu toplumdan kaynaklanır,
yönetilen insanların rızasından kaynaklanır.
Sosyalizmin diktatörlük kuracak olmasının diğer sebebi eşitlik idealidir.
Eşitlik ideali o kadar da matah bir şey olmayabilir. Şöyle anlatayım, sosyalistler
eşitlik derken insanların maddî şartlar bakımından, yani sahip oldukları yaşam standartları bakımından, malî, maddî varlıklar bakımından eşitliğini kast
ediyorlar. Eşitsizliğin kötü bir şey olduğuna inanıyorsanız ve bu eşitsizliği
ortadan kaldırmak için müdahale edilmesi gerektiğini düşünüyorsanız bir canavar yaratmanız gerekir. Muazzam bir güç toplayıp o güçle insanlar arasında
gördüğünüz eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için tüm insanlara müdahale
etmeniz gerekir. Bu kaçınılmaz olarak diktatörlük getirir. Daha da kötüsü eşitliğe ulaşmanız diktatörlüğün ortadan kalkmasını sağlamaz. Eşitliğe ulaştınız,
“Artık görevimizi bitirdik, köşemize çekilelim bu eşitlik toplumda zaten kalıcı olacaktır” diyemezsiniz. Niçin diyemezsiniz? Çünkü bazı yazarların güzel
bir şekilde adlandırdığı gibi sosyalist teoride bir “ikinci gün problemi” vardır.
İkinci gün problemi şudur: Bir türlü ölçülebilecek ve gözlemlenebilecek bir
şekilde eşit bir toplum yarattınız, göreviniz orada biter mi? Hayır, bitmez. İnsanları kendi hâline bıraktığınız anda, eşitliği bozucu mekanizmalar işlemeye
başlar. Bu mekanizmalar hepimizin bildiği mekanizmalardır. Meselâ, çalışmayı sevmek ve sevmemek, zaman disiplini olmak ve olmamak, hızlı öğrenmek
ve yavaş öğrenmek, tutumlu olmak ve olmamak gibi şeyler kaçınılmaz olarak
bir süre sonra eşitsizlikleri yeniden ortaya çıkartmaya başlar. Bir süre sonra
başa dönersiniz, eşitsiz bir toplumla karşılaşırsınız. O zaman, demek ki, eşit
bir toplumu yaratıp orada bırakamıyorsunuz. Eşit toplumu muhafaza etmeniz
için devamlı müdahale etmeniz gerekiyor. Bir topluma devamlı nasıl müdahale edebilirsiniz, bunu yapmak için nasıl bir aygıta ihtiyacınız var? Öyle bir
aygıta ihtiyacınız var ki insanlığın her anını gözetleyebilsin, insanların her
kabiliyetinin sonucundan haberdar olabilsin, elinde öyle güçlü araçlar bulunsun ki, istediğini istediğinden alıp istediğine verebilsin, istediğini toplumdan sürebilsin. Böyle bir güce sahip olan siyasî otorite kaçınılmaz olarak diktatördür. Daha da kötüsü bu diktatörlük kalıcıdır, geçici değildir. Hiçbir zaman
sosyalizmden komünizme geçilemeyecektir. Bu sebeplerden dolayı bu olmayacaktır. Nitekim bahsettiğim kırk kadar ülkenin hiçbirisinde komünizm idealine hiçbir şekilde yaklaşılamadı. Bu rejimler eşitlik adına gitgide daha sert
müdahale politikaları uygulamak durumunda kaldılar.
Ekonomik hayatın devletleştirilmesi kaçınılmaz olarak diktatörlük yaratır. Üretim araçlarını devletleştirdiyseniz özel mülkiyeti ilga ediyorsunuz demektir. Bunu sosyalleştirme gibi bir kelimeyle ifade etseniz bile ortaya çok
büyük problemler çıkacaktır. İktisadî hayat devamlı karar almaya dayanır.
İktisadî hayat, akışkan bir kararlar bütünü olarak görülebilir. Bu kararları kim
alacaktır? İktisatta temel soru budur. Temel iktisadî kararları kim alacak? Bir
özel mülkiyet ekonomisinde ekonomik kararları ekonomik aktörler alacaktır. Yani bireyler ve birey birlikleri alacaktır. Üretim faaliyetlerinden bahsedecek olursak, üretim faaliyetlerini üretici bireyler ve üretici gruplar -yani
firmalar- alacaklardır. Özel mülkiyeti ortadan kaldırdığınızda bu insanların
karar alma gücü ortadan kalkacak, peki karar alma ihtiyacı ortadan kalkacak
mı? Hayır, kalkmayacak. Neyin üretileceğine, hangi faktör kombinasyonuyla
üretileceğine, ne zaman üretileceğine, ne kadar üretileceğine karar verilmesi
gerekir. Kim verecek bu kararları? En azından bir ekonomik planlama örgütü
karar verecek. Bundan dolayı ekonomiyi planlayacaksınız ve bir ekonomik
plan örgütü yaratacaksınız. Sovyetler Birliği’nde bunun adı Gosplan’dı ve burada binlerce kişi çalışıyordu. En büyük Sovyet bürokrasisinin olduğu yerlerden birisiydi. Burada çok açmayacağım ama geçerken söylemiş olayım,
sadece üretimi planlamanız yetmez, hedeflerinize tam olarak ulaşabilmeniz
için tüketimi de planlamanız gerekir. Bu da daha komik bir şey… Yani kimin
ne tüketeceğine, ne zaman tüketeceğine, ne kadar tüketeceğine bir merkezî
otoritenin karar vermesi lâzım. Bu güce sahip olan bir merkezî otorite diktatörlükten başka ne ile adlandırılabilir? Başka hiçbir şeyle adlandırılamaz.
Diktatörlüğün ortaya çıkmasının bir diğer sebebi, yeni bir insan ve yeni
bir toplum yaratma arzusudur. Nerede yeni bir insan, yeni bir toplum yaratma sevdası peşinde koşarsanız mevcut insanlarla ve mevcut toplumla mücadele etmeniz gerekir. Onlarda yanlış gördüğünüz yanları bastırmanız gerekir.
Silmeniz, ortadan kaldırmanız gerekir. Bu da büyük bir güç kullanmanızı gerektirir. Bu güç bazen yumuşak olabilir, eğitim sistemiyle beyin yıkama gibi,
medya organlarıyla manipüle etme gibi, bazen de bildiğimiz kaba güç olabilir. Yani fiziksel olarak yok etme, yanlış kişileri toplama kamplarında bir araya getirme, fırınlarda eritme gibi şeyler olabilir. Dolayısıyla her şeyi gözeten,
Sosyalizm ve Sosyalistler Üzerine Düşünceler | 77
herkes için bir söyleyeceği olan, toplum için doğrunun, yanlışın ne olduğunu
bildiğini iddia eden bir otorite kaçınılmaz olarak bir diktatörlük olacaktır.
Aynı zamanda bu toplum içerisinde büyük bir eşitsizlik ortaya çıkacaktır. Bakın Boris Yeltsin şöyle diyor, mealen, “Moskova’da, 1970-80’lerde toplam 40.000 kişi fiyatı en yüksek malları yarı fiyatına onlara tahsis edilmiş
özel mağazalardan alıyordu.” Bu özel mağazalara herkes giremiyor. Ben bu
özel mağazalardan bazılarını ziyaret ettim, dev mağazalar. Sovyetler Birliği’ne 1990’da gittim, boştu mağazalar. Hemen hemen rafların %70-80’i boştu. Kalan mallar da işe yaramayacak, kimsenin yüzüne bakmadığı mallardı.
Nomenklatura denen bu üst Sovyet sınıfı için sadece öze mağazalar değil
başka özel yerler de vardı. Özel kuru temizlemeciler, özel poliklinikler, özel
hastaneler, Batıdaki son sınıf tıbbî cihazların kullanıldığı özel hastaneler, Karadeniz kıyılarında özel tatil evleri. Bunlardan bütün toplum yararlanamıyordu, sadece imtiyazlılar onlara ulaşabiliyordu. Neden yararlanamıyordu?
Çünkü toplumun üretim kapasitesi zaten sınırlıydı ve siyasî ve ideolojik sebeplerle imtiyazlı hale gelmiş bir sınıf, ortalama insanların, sıradan insanların ulaşamadığı ürünlere kolayca ulaşıyordu, onları tüketiyordu ve toplumun
geri kalanından daha yüksek refah seviyesine sahipti. Bundan biraz sonra
tekrar bahsedeceğim ekonomik sefalet başlığı altında.
Sovyetler Birliği’nde özgürlüğün hiçbir türevi yoktu. Mesela Sovyetler Birliği’nde ifade özgürlüğü yoktu, din özgürlüğü yoktu, seyahat özgürlüğü yoktu, teşkilatlanma özgürlüğü yoktu, iktidara muhalefet etme özgürlüğü yoktu.
Muhalefet tamamen yer altındaydı, çok küçüktü ve muhalefet etmek çok tehlikeliydi. Sosyalistlerin kapitalist ülkelerde şeklî özgürlük diye küçümsedikleri, “Olmasa ne olur, canım” dedikleri ama ellerinden alınınca feryat ettikleri
özgürlüklerin hiçbirisi Sovyetler Birliği’nde yoktu. Diğer sosyalist ülkelerde
de yoktu. Yaşayan örnekler olarak Küba’ya bakabilirsiniz, Kuzey Kore’ye bakabilirsiniz özgürlükler bakımından durumun ne olduğunu anlamak için.
Sosyalistler din özgürlüğünü yok ettiler ve ateizmi bir çeşit resmî din
hâline getirdiler. Sosyalist ülkelerdeki eğitim müfredatına bakarsanız, okullarda, derslerde ateizm dersinin olduğunu da görürsünüz. Sosyalistler ifade
özgürlüğünü de bastırdılar, çünkü hakikat zaten keşfedilmişti. Büyük yazarlar, büyük filozoflar –yani sosyalistler- hakikati keşfetmişlerdi. Hakikati tartışmak zaman kaybı, enerji kaybı, düşünce kaybı olurdu ve bu yüzden tartışmaya gerek yoktu. Seyahat etmeye izin verilmezdi çünkü seyahat etmek,
mesela demin bahsettiğim ekonomik planlamayı bozardı. Çünkü Sovyetler
Birliği’nde aynı zamanda kimin nerede çalışacağına, kimin hangi mesleği yapacağına da kamu otoriteleri karar vermekteydi. Bundan dolayı, kapitalist ül-
78 | Atilla Yayla
kelerde zaman zaman yetersiz olduğunu söylediğimiz özgürlüklerin kırıntısı
bile sosyalist ülkelerde yoktu.
Sosyalist ülkelerde tam bir ekonomik sefalet vardı. Benim kendi arkadaşlarım vardı, Litvanya’dan, Bulgaristan’dan, Romanya’dan arkadaşlarım, onlarla da konuşmalarım oldu. İnsan Türkiye gibi bir ülkeden gelince –mesela
70’lerin, 80’lerin Türkiye’si fakir bir Türkiye’ydi- biraz olsun ne olduğunu
anlıyor, fakat oralardaki hikâyeyi dinleyince hakikaten hayret ediyorsunuz,
oralarda çok daha büyük bir fakirliğin yaşandığını anlıyorsunuz. Mesela
Varşova’da üniversitede rektör yardımcısı olan bir arkadaşım vardı, onunla
Amerika’da konuşurken herkes kendi hikâyesini anlatıyordu “Nereden nereye
geldik”. “Ben de karımla beraber bir burs alıp Amerika’ya geldim. Çocuğumu
vermediler yanıma” dedi. Geri dönüşünü garanti altına almak için çocuğunu
alıkoyuyorlar, çocuk Polonya’da kalıyor. “Ne yaptınız buraya gelince” dedim.
“ İlk iş olarak buzdolabını tıka basa doldurduk, kapılarını açtık, yanında fotoğraf çektirdik, memlekete gönderdik” dedi. Bu müthiş bir şey… Litvanya’dan bir
arkadaşım, Elena, anlatmıştı, “Rüyamızda muz görürdük, komünist yönetim
döneminde” dedi. Muzu niye rüyasında görür bir insan, istisnaî haller dışında? Çünkü yok, muz bulmak nadiren vuku bulacak bir durum. Muz tüketme
imkânı çok sınırlı. Sovyetler Birliği’nde fakir bir ülkedeki kadınların bile bakmayacağı kadar kötü makyaj malzemeleri, kötü kıyafetler, insanların önünde
sıraya girdiği mallardı. Bununla ilgili çok şey söylenebilir.
Sovyetler Birliği ekonomisiyle ilgili olarak Sovyetler Birliği’nin açıkladığı resmî rakamlar mevcut. Mesela 70 yıllık Sovyet sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde ekonominin ortalama % 8 büyüdüğü yolunda iddialar vardı.
CIA onun yarısını tahmin ediyor, % 4 büyümüş olabilir diyordu. Ama gerçek
rakamlar % 3 civarında olduğunu gösterdi. 1980’lerde artık biraz daha perişanlık belirgin hâle gelirken bunun sebeplerini araştıran Rus iktisatçıları,
ekonomide çok ciddî bir kaynak problemi olduğunu, giderlerin her hâlükârda gelirlerden daha fazla olduğunu, Batılıların Sovyetler Birliği’nde yatırıma
giden kaynakları ölçmek suretiyle iktisadi büyüklüğü ölçtüklerini ve bunun
büyük hata olduğunu söylemişlerdi. 1970’lerde hatta 80’lerde bunları yazanlara ve söyleyenlere “kelaynak kuşu” diye bakılıyordu. Paul Samuelson adlı
ünlü iktisatçı bile 1989’da, Sovyet ekonomisinin çok iyi durumda olduğunu,
sistemin iyi işlediğini ve hızla refahın artacağını söylemişti.
Özellikle gençlere tavsiyede bulunayım; öyle derin ekonomik teorilere ihtiyacınız yok. İki şehrin ekonomisini karşılaştırmak istiyorsanız, iki şehirde
gözlemde bulunun. Sokaktaki arabaların kalitesine, insanların kılık kıyafetine, yenilen içilen yerlerdeki seviyeye bakarak bile karşılaştırmalar yapabilir-
Sosyalizm ve Sosyalistler Üzerine Düşünceler | 79
siniz. Benim gibi yaşı kemale ermeye başlamış birisi için bu daha kolaydır.
Yine öğrencilerime söylerim, romanımda da yazdım, Yeşilçam filmlerine bakın lütfen. Eski Yeşilçam filmlerinde sokakların haline, insanların giydiği kılık kıyafete, geçinme durumuna bakın aradaki farkı görürsünüz. Rusya’da da
yaşı kemale ermiş kimseler aradaki farkı açık bir şekilde görebiliyorlar.
Peki, niye büyük bir fakirlik yaşandı Sovyetler Birliği gibi bir ülkede? Çünkü insan potansiyeli çok zengin ve bu insanlar aptal değil. Ruslar aptal olduğu için veyahut da Rus hâkimiyetindeki ülkelerin insanları aptal olduğu için
Sovyetler geri kalmadı. Ortalama insanlar, herkes gibi. Ülke hemen her bakımdan zengin, toprakları geniş, muazzam yeraltı kaynağı var. Buna rağmen fakir,
neden peki? Cevabı gayet basit, özel mülkiyetin ilgası yüzünden… Özel mülkiyeti ilga ettiğiniz, ortadan kaldırdığınız zaman, fiyat mekanizmasını ortadan kaldırıyorsunuz. Fiyat mekanizması malların nispî kıtlık oranını yansıtır.
Fiyat mekanizmasını ortadan kaldırdığınız zaman, Mises gibi liberal iktisatçılar işaret ettiler, ekonomik hesaplamalar yapamazsınız. Dolayısıyla hiçbir
şekilde rasyonel yatırım yapamazsınız. Yaptığınız yatırımın etkinliğini ölçemezsiniz. Ülkelerin komünist kısmında da öyledir. Türkiye’de mesela, kamu
yatırımları aşağı yukarı sosyalist tekniklerle yapılıyor. Geri dönülebiliyor mu?
Dönülemiyor. Kamunun yaptığı yanlış yatırımlar kaynakları yok ediyor. Buna
karşılık, özel sektörde öyle değil. Özel sektörde, mülkiyetin başka bir ele geçmesi, vasıflı emeğin başka bir yere nakledilmesi sayesinde zararın boyutlarını
küçültme imkânı var ama kamunun hâkim olduğu ekonomilerde öyle değil.
Ekonomik hesaplama yapamadıkları için Sovyetler Birliği’nde son derece yanlış bir yolda gittiler ve zaman içerisinde muazzam bir fakirlik ortaya çıktı.
Sanıldığının aksine Rusya fakir bir ülke değildi, zamanın şartlarında oldukça zengin bir ülkeydi. 1890’larda Rusya’da endüstri devrimi başladı ve
ülke hızlı bir sanayileşme yolunda gidiyordu. Batıyla karşılaştırıldığında
köylü nüfus hâlâ çok yüksekti ama endüstrileşmenin ilk adımları atılmıştı. Dolayısıyla, Sovyetler Birliği’nde çok büyük bir sefalet ortaya çıktı. Bu
sefaletin ortaya çıkmasında ve sosyalist devletlerin başarısız olmasında “filozoflar gerekli çabayı göstermedi, liderler samimi değildi ve yeteri kadar gayret sarf etmedi” gibi şeyler söylemek anlamsız. Aksine, muazzam bir çaba sarf
edilmiştir. Hem entellektüel alanda hem de pratik alanda muazzam bir çaba
sarf edilmiştir. Ama yol yanlış olunca bu çabalar işe yaramadı.
Sosyalizm başka kötü durumlara ve kayıplara da sebep oldu. İnsan
kaybından bahsedebilirsiniz meselâ. “Sosyalizmin mirası nedir?” diye sorarsanız, diktatörlük, tiranlık, işkence, terör ve katliam derim… Sovyetler Birliği’nde 60 ile 84 milyon arasında değişen ölüm rakamları var. Bunların bir
80 | Atilla Yayla
kısmı bildiğimiz adi cinayetler. Yani siyasî sebeplerden dolayı insanları alıp
hapishanelere koyuyorsunuz hücre gibi bir yere, baskı yapıyorsunuz, kişiye
işkence yapıyorsunuz, sonra ailesini yok etmekle tehdit ediyorsunuz. Sizden
KGB’ye olmayan suçunuzla, “suç ortaklarınızla” ilgili bilgi vermenizi istiyorlar. Daracık bir odaya atılıyorsunuz. Arkada küçük bir pencere var, o pencere açılıyor, kim olduğunu görmediğiniz birisi ensenize bir kurşun sıkıyor.
Binlerce insan böyle öldürülüyor. Sonra cesetler topluca bir yere atılıyor.
Naziler yakıyordu, Ruslar topluca bir yere atıyorlardı. Çin’de de benzer şeyler söz konusu. Yüz milyonu aşkın insanın Çin’de öldürüldüğü düşünülüyor.
Böyle cinayetler işlendiği gibi devlet eliyle çıkarılan kıtlıklar da olmuştur.
Bu kıtlıklar yüzünden insanlar kitleler halinde hayatlarını kaybetmişlerdir,
bu konuda birçok çalışma vardır. Bütün mirası, toplam manzarası bu olan bir
ideolojinin, Ortodoks sosyalizmin hâlâ yüceltilmesi, hâlâ ulvî bir ideal gibi
gösterilmesi doğrusu benim kanıma dokunduğu için bu konularda yazıp çiziyorum ve yazıp çizdiğim için de tabiî bazı insanlardan ya “tuhaf insan” ya da
“yeminli sosyalizm düşmanı” muamelesi görüyorum.
Sosyalist ülke tecrübeleri hakkında kaynaklar
Size birkaç kaynak tavsiye edeceğim, ondan sonra sosyalistlerin hâlleriyle ilgili bazı şeylerin altını çizeceğim. Merak ediyorsanız şu kaynaklara bakabilirsiniz: James Otteson diye bir yazar var, ahlâk felsefecisi, onun The End of
Socialism [2] başlıklı bir kitabı çıktı, çok güzel bir kitap. “İkinci gün problemi
- Second day problem” da oradan alınma. Belki Liberte Yayınları çevirir ve yayınlar. Daha küçük yazılar için Richard Ebeling isimli bir yazar var. Çok fazla
yazısı var, bu arkadaş her fırsat bulduğunda sosyalizme “çakan” bir yazı yazıyor. Bir sürü yazı yazmış ve bir sürü de konferans vermiş 2017 yılı içerisinde.
Sosyalizmi iyi biliyor. İnternette arayıp onun yazılarından yararlanabilirsiniz.
Igor Shafarevich adında bir Rus matematikçi var, gelmiş geçmiş en önemli matematikçilerden birisi, onun The Socialist Phenomenon[3] diye bir kitabı
var, bu kitabı internetten bedava bulabilirsiniz. Müthiş bir kitap… Bir çeşit
sosyalizm tarihi ama modern sosyalizmin tarihi değil, sosyalizmi çok eskiden
başlayarak ele alıyor. Özellikle yoğunlaştığı konular özetle şu; modern sosyalizm ilk çıkışı itibariyle dinî bir ideolojidir, yani Protestan hareketten sonra
Hristiyan komünizmi olarak ortaya çıkmıştır. Biz genellikle Protestanlığın Katolikliğin katılığını yumuşattığını zannediyoruz ya, bazı bakımlardan öyle ancak bazı bakımlardan da tam tersi söz konusu. Bu Anababtist hareketler içerisinde, küçük dinî gruplar vardı. Bunlar şehir ölçeğinde, kasaba ölçeğinde veya
cemaat ölçeğinde korkunç komünist, sosyalist düzenler yaratmışlardı. Meselâ
özel mülkiyeti, evliliği yasaklamışlardı. Bir örnekte, adam, yani şef, evliliği ya-
Sosyalizm ve Sosyalistler Üzerine Düşünceler | 81
saklamış, ama 12 tane kadın almış kendisine. Özel mülkiyeti yasaklamış ama
kendisi ve etrafındaki bir sürü yardımcısı – 12 kişi hariç. Sovyetler Birliği’nde
bu düzenlerde yapılan birçok kötülük tekrarlandı. Bu kitabı da tavsiye ederim,
çok güzel bir kitap.
Stéphane Courtois’nın kitabından zaten bahsettim: Komünizmin Kara Kitabı. Orlando Figes diye bir tarihçi var onun kitaplarına bakın. İngilizce okumak
isterseniz, A People’s Tragedy [4] diye çok güzel bir kitabı var. Sovyetler Birliği’nde olanın en yeni anlatımlarından birisidir. Bu arkadaşın özelliği şöyle:
Şimdi tarih deyince -benim neslim en azından, şimdiki gençler nasıl yetişiyor bilmiyorum- o onunla savaştı, bu bununla savaştı, o hükümdar oldu bu
bilmem ne yaptı, bunları öğreniyoruz. Fakat bunlar insanlığın uzun tarihçesinde teferruat. İnsanlığın uzun tarihini daha iyi yazmak için antropoloji,
arkeoloji çalışmak lazım. Orlando Figes bu tür yazarlardan birisi. Dolayısıyla
harika tarih kitapları ortaya çıkartıyor. Bir diğer kitabı Türkçe ’ye çevrildi,
Karanlıkta Fısıldaşanlar[5]. Çok güzel kitaptır, iyiliği şu; dikkat ederseniz biz
hep makro şeylerden bahsettik “Ekonomide şöyleydi, bu kadar cinayet işledi…” falan. Hâlbuki alanda yaşayan insanlar hep benzer hayatlara sahipler
ve alanda yaşayanlar bireyler ve aileler. Acaba ailelere ne oldu? Stalin Dönemi Rusya’sında 40 aile üzerinden arşivlere dayanan çalışmalarla, Stalin
Dönemi Sovyetler Birliği’ni inceliyor yazar. Çok aklımda kalan örneklerden
birisi, komünizme karşı ve Ortodoks sosyalizme karşı en büyük mücadeleyi,
o niyetle değil ama doğal olarak, verenler nineler. Çok ilginç… Çünkü gençler zaten komünist, parti üyesi veya parti üyesi gibi görünmek zorunda, boş
vakit diye bir şey yok. Çocuklar, ninelere emanet ediliyor. Çocuklar nineleri
tarafından Hristiyan ilahileri öğretilerek, Teslis inancı hakkında bilgilendirilerek, “İsa böyle dedi, şöyle dedi…” diye anlatılarak yetiştiriliyorlar ve böylece
sisteme karşı farkında olmadan muazzam bir meydan okuma gerçekleşiyor.
Bu kitap bazen insanın gözlerini yaşartan bir kitap… Aynı yazarın bir de, aşk
hikâyesi sayılabilir mi bilmiyorum, Haberini Alayım Yeter[6] isimli bir kitabı
var. Moskova’da yaşayan iki gencin birbirlerini kaybetmelerini hikâye ediyor. Bu kitabın özelliği ise şu; toplama kampına insanları götürüyorsunuz,
bunlar aileleriyle izin verildiği kadar yazışıyorlar ama bu mektupların çoğu
kayboluyor. Bu çift mektupları atmamış, numaralandırmışlar ve muhafaza
etmişler. Sovyetler Birliği’nde eski hayatlarla ilgili bir müze, enstitü var. O
enstitüden Orlando Figes de kitapta kullandığı mektuplara ulaşmış. Dolayısıyla tüm hikâyeyi oradan takip edebiliyoruz. Bu tür kitaplara bakabilirsiniz.
82 | Atilla Yayla
Sosyalistlerin zihniyeti ve halleri
Gelelim sosyalistlere… Benim sosyalistlerle bireysel insan olarak bir problemim yok. Hatta ideolojik meselelere girmediğimizde sosyalistlerle gayet anlaşabilirsin. İçki içebilirsin, fıkra anlatabilirsin, top oynayabilirsin… Fakat ideolojik meselelere geldiğiniz zaman hemen bir farklılık kendisini gösteriyor.
Birincisi, o sizin hayatınız üzerinde hesap yapar, siz onun hayatı üzerinde hesap yapamazsınız. İkincisi onun öngördüğü sistemde size yer yok ama sizin
öngördüğünüz sistemde ona yer var. Milton Friedman da bundan bahsetmiştir.
Kapitalist bir ülkede sosyalist olabilirsiniz ama sosyalist bir ülkede kapitalizmi
savunmanız imkânsız. Size numune olsun diye bile izin vermezler. Gezi olayları sırasında televizyonlarda ve başka yerlerde söylemiştim. Taksim Meydanı
polis tarafından boşaltıldıktan sonra dedim ki “Parka dokunmasınlar, park panayır yeri gibi olsun ve o insanlar orada istedikleri kadar kalsınlar. Dışarıya
taşkınlık yapmasınlar, zarar vermesinler ama yapsınlar ne istiyorlarsa. Veya
Kazlıçeşme’yi tahsis edin bu arkadaşlara, her gruba bir alan verin, belki orada
bir model yaratırlar. İdeal bir model olur, biz de ders alıp ‘Hadi biz de öyle olalım’ deriz”. Tabiî buna kimse kulak asmadı. Devlet bir şiddet aygıtıdır. Şiddet
aygıtları elinde olduğu sürece her karşı çıkışı ezer geçer. Bundan dolayı sosyalistlerle insan olarak bir problemim yok ama sosyalizmle bir problemim olmak
mecburiyetinde. Çünkü sosyalistler benim hayatımla ilgili hesap yapıyor, benim iyiliğimi bana rağmen düşünüyor, bana rağmen beni iyi etmek istiyor, o
zaman “Bir dakika, yavaş ol bakalım!” demek mecburiyetindeyim.
Peki, sosyalistlerin özellikleri neler? Sosyalistlerin aptal insanlar olduklarını söyleyemeyiz. Karl Marx birçok karakter defektleri olan bir insandı ama
aptal değildi, çalıştığı zaman korkunç bir çalışma enerjisi vardı, zekâsı da çok
iyiydi, ama yolu yanlıştı, insanî zaaflarına girmiyorum. Engels olmasaydı
Marx da olmazdı belki. Yanlış yola girdi, yanlış yöntemlerle hareket etti ve
ortaya bir totaliter teori çıkarttı. Dolayısıyla Marksizm sadece bir entellektüel
akım olarak kaldığı sürece bir problem yok. Marksizm üniversitelerde okutulmalı. O insanlığın kültürel birikiminin, entellektüel birikiminin parçası. Ondan tabiî ki haberdar olacağız. Bu işe özellikle meraklı olanlar yahut da bu iş
üzerine ihtisas yapacak olanlar da bütün Marksist klasikleri okumalı. Marx’ın
eserleri okunmalı. Bunu yapmamız gerekir ama onlara dayalı bir toplum düzeni kurma sevdası ortaya çıktığı zaman, “Bir dakika, orada dur kardeşim” demek
mecburiyetindeyiz. Marksistler, sosyalistler aptal olmamakla beraber tuhaf bir
düşünce kalıpları var. Bu şundan kaynaklıdır, aynı şeyi FETÖ’cülerde de görüyorsunuz. FETÖ gibi örgütlerin veya totaliter, sosyalist örgütlerin mensupları,
Türkiye’de ve dünyada örnekleri olduğu gibi, örgütün ilgi alanına giren meselelerde düşünemezler. Çünkü orada çözülmüştür her şey, emir-komuta zinciri
Sosyalizm ve Sosyalistler Üzerine Düşünceler | 83
vardır, ama diğer alanlarda düşünebilirler, fikir geliştirebilirler, tartışma yapabilirler. Marksistlerde böyle bir tuhaflık var, bazı liberallerde de var, itiraf edeyim bunu. “Mises dedi ki” diyor bitiriyor, “Hayek dedi ki” diye bitiriyor. “Hayek
dedi ki” diye bitirenler daha az ama Misesçilerde epeyce belirgin bu tavır, veya
Rothbardçılarda. Marksistlerde ise tamamen belirgin.
Neden? Çünkü Marksizm’i bilim olarak görüyorlar aynı zamanda ve bilimin
yanılmazlığına inanıyorlar. Her ne kadar aydınlanma düşüncesine çok saldırsa
da Marksizmin kendisi de bir aydınlanma düşüncesi ürünüdür. Tipik bir pozitivist yaklaşımdır. Marksistin kafasındaki sosyal bilim nosyonu doğa bilimlerinin bir yansımasından ibarettir. Doğa bilimlerinin yanılmaz kanunları var
mıdır? Tartışılır. Fakat bilim literatüründe tabiat kanunu dediğimiz değişmez
kanunlar olduğu söylenir. Bu kanunlara dayanarak biz hayatımızda tanzimler
yapabiliriz. Marx da toplumu aynı şekilde görmüştür. “İnsan toplumlarının gelişimini belirleyen kanunlar vardır, bu kanunlar ekonomik içeriklidir. Bu kanunları benim gibi akıllı birisi tespit edebilir. Bir defa bunu yaptığımız zaman
önümüz açıktır”. Tabiî orada bir sürü çelişki var. Meselâ determinizmle sosyalizmi kurmak için hayatını feda etmek ve mücadele etmek çelişir. Komünizme
gidiş kaçınılmazsa, “Niye keyfimizi bozalım ki? Nasıl olsa gelecek” diyebilirsiniz, ama öyle olmuyor. Sosyalist örgütlere bakıyorsunuz, dindarlar kadar fedakârlık yapıyorlar neredeyse ve düşünceyi tatile gönderiyorlar.
Bir de sosyalistlerde garip bir üstünlük anlayışı var. Ahlâkî üstünlüğün
kendilerinde olduğunu zannediyorlar. Hemen hemen “Elhamdülillah sosyalistiz” diyorlar. Niye? Bir tartışma yaptığınız zaman sizi kendi terimleriyle
tartışmaya zorluyorlar. Ben burada size artık değer üzerinden, altyapı-üstyapı ilişkisi üzerinden de bir konuşma yapabilirdim, ama o zaman Marksist
jargonun sınırları içerisinde kalmış olurdum. Hâlbuki benim yararlandığım
yazarlar çok da önemsemiyor bunu. Mesela “Artık değer var mıdır, yok mudur?” akademik bir çalışma yapılabilir, ama günlük analizleri buna dayandırmak zorunda değiliz. Mesela bu konu Richard Ebeling’in umurunda bile
değil. Emek değer teorisi saçma sapan bir şey. Şöyle de diyebilirsiniz, emek
değer teorisi yıkılırsa sosyalizm olduğu gibi çöker ama sonuçları ortada.
Gustave Le Bon’un bir sözü var. Diyor ki, “Gelecek nesiller bazı toplumlarda fedakârlık yapacaklar. Sosyalizmin ne olduğunu insanlığa öğretecekler”.
Çok ilginç bir şey… Hakikaten sosyalizmin ne olduğunu eğer sosyalist tecrübeler yaşanmasaydı tam olarak bilebilir miydik? Bilemezdik. Bu bakımdan
sosyalist ülkelerde yaşamış insanlara bir şükran borçluyuz. Onlar sayesinde
neyin ne olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Sosyalistler ahlâkî üstünlüğün
kendilerinde olduğu inancıyla çok böbürleniyorlar ve havaya giriyorlar. “Biz
84 | Atilla Yayla
insaniyiz, insancılız…” diyorlar ama sicillerine bakıyorsunuz pek öyle değil…
Katliam, kan, açlık, baskı, tahakküm gırla gidiyor.
Sosyalistlerin bir diğer özelliği şu: Ben düzenli olarak BirGün Gazetesi’ni
okuyorum, internetten okuyorum veya Mefisto’ya gidiyorum bazen, sosyalistler ne diyor bakayım diye, oradan BirGün Gazetesi’ni takip etmeye çalışıyorum. Düzenli olarak muhalefet ediyorlar, devamlı olarak eleştiriyorlar.
Neyi eleştirdikleri, neye karşı oldukları belli ama neyi savundukları belli değil. Hiçbir problemde somut çözüm önerileri yok. Mesela BirGün Gazetesi
ifade özgürlüğünü savunuyor mu? Şüphe ederim. Sosyalistlerin ifade özgürlüğü güme gittiği zaman, mesela lüzumsuz ve haksız yere üniversitelerden
atılan akademisyenler söz konusu olduğu zaman, bir savunu yapıyorlar, yapmaları haklı ve gerekli. Fakat mesela dindar birisinin ifade özgürlüğü bastırıldığı zaman aynı noktada değiller. Çünkü tarihi bir haklar yumağı akışı olarak
görmüyorlar. Tarihi bir sınıf savaşları, ilerici ve gerici arasında uzlaştırılması
mümkün olmayan bir çatışma olarak görüyorlar. O yüzden sosyalistlere şunu
sormak hakkımız ve görevimiz belki de: “Anladım ama siz bütün bu vaatleri
nasıl gerçekleştirmeyi düşünüyorsunuz? Eşit, sömürünün olmadığı, bireylerin özgür olduğu toplumu nasıl kuracaksınız? Hangi yol ve yöntemleri, hangi
araçları kullanacaksınız?” O konuları hiç çalışmadıkları için, çocuklar der ya
“Burayı görmedik, burayı çalışmadık”, bir şey söylemiyorlar, geçiştiriyorlar.
Meselâ bu çerçevede sosyalizmi bir barış ideolojisi olarak sunuyorlar. Bu
da çok ilginç bir şey… İdeolojilerin tabiatında çatışmacı bir taraf zaten vardır,
özellikle total ideolojiler doğal olarak çatışmacıdır, çünkü hakikatin üzerinde
tekel iddia etmeye yönelirler. Benim bildiğim sosyalizm bir savaş ideolojisidir. Aslında bu kaynaklarda da yazıyor. Tarih sınıflar savaşı değil mi? Hâlihazırda toplumlarda burjuva sınıfı ile proletarya sınıfı arasında bir savaş yok
mu? Nasıl oluyor da savaşa dayanan bir ideoloji, barışı temel slogan olarak
kullanabiliyor? Şöyle bir cevap verilebilir: “Bizim istediğimiz sistemde zaten
barış gelecek” bunun anlamı şu “Herkes sosyalist olunca zaten bir çatışma
sebebi kalmayacak, dolayısıyla barış olacak”.
Sosyalistler her şeyi araçsallaştırabiliyorlar. Kürtlerle sosyalizm ilişkisine
bakın, PKK gibi bir kanlı örgütün doğmasına sebep, Türkiye’deki sosyalist fikriyattır. Eğer Türkiye’de aynı dönemde güçlü bir liberal fikriyat olsaydı, bugün
Kürtler hem hak ve özgürlüklerini kazanma bakımından çok daha iyi bir yerde
olurlardı hem de Türkiye demokrasisi bu sayede daha ileriye gitmiş olurdu.
Fakat bu dönemin öncüleri soğuk savaş dönemi sosyalizmi ile yetiştikleri ve
şiddeti sadece meşru değil, gerekli ve işe yarar bir yöntem olarak gördükleri için PKK ortaya çıktı. Sonra PKK büyüdü, dallandı budaklandı. Özellik-
- | 85
le Suriye krizinden sonra, uluslararası bir aktör hâline geldi. Bu sefer, Türk
solu PKK’nın peşine takıldı. Umutlarını ona bağladı, bu çok ilginç bir durum.
Ayrılıkçı hareketler çerçevesinde tartışabiliriz, Katalonya’daki, Kuzey Irak’taki referandumu falan tartışabiliriz. Her şey tartışılabilir, ama sosyalistler çok
ilginç bir şekilde nerede işlerine yarayacak bir şey olduğunu düşünüyorlarsa
onu araçsallaştırabiliyorlar, onu yüceltebiliyorlar. Bu çerçevede de liberallerin
yaptığı gibi şiddete kategorik olarak karşı çıkmıyorlar. İyi şiddet-kötü şiddet,
doğru şiddet-yanlış şiddet ayrımı yapıyorlar. Meselâ sosyalistler PKK şiddetini pek dert etmiyor ama IŞİD şiddeti söz konusu olunca çok üst perdeden karşı
çıkıyorlar. Dolayısıyla sosyalistlerin bir ilkeli duruşları da yok.
Ayrıca sosyalizmin insan haklarıyla da bir alâkası yok. Şu yakın zamanlarda
10-20 sene içerisinde yazılmış bazı şeyleri bir tarafa bırakırsak, klasik sosyalist kaynaklara gidersek, doğuştan gelen vazgeçilmez, devredilmez, bir hukuk
devleti ile korunması gereken, kanunilik ve hukukilik ilkesiyle garanti altına
alınması gereken insan hakları kavramının asla sosyalist literatürde olmadığını görüyoruz. O yüzden sosyalistlere buradan soruyorum “Hangi kaynaklarda
meselâ hayat hakkının vazgeçilmez bir hak olduğu yazıyor?” Böyle bir şey yok.
Bu bakımdan da sosyalistler, iktidarda sosyalistler ve muhalefette sosyalistler
diye ikiye ayırılabilir. Muhalefette sosyalistler daha özgürlükçü görüneceklerdir, çünkü özgürlüklere ihtiyaçları vardır ve özgürlük mücadelede rakiplerini
zayıflatmaya yaramaktadır ama iktidara geldiklerinde aynı sosyalistlerin hem
baskıcı hem tahakkümcü yolları takip etmesi şaşırtıcı bir yol olmayacaktır.
Peki hâlleri ve fikriyatları, eserleri bu söylenenlerse ne yapacağız, sosyalistleri? Yok mu edeceğiz? Hayır, tabiî ki öyle bir şey olamaz. Sosyalistler
olacaktır ve olmalıdır, sosyalizm de fikir olarak olmalıdır. Her fikir olmalı ki
fikir hayatı dengeli ve verimli olsun, ama sosyalizm radikal, marjinal ideolojilerden birisi olarak kalmalıdır. Bana sorarsanız faşist fikirler de olmalıdır.
Faşistlerle tartışarak en azından kendimizi geliştirme imkânımızı arttırabiliriz. Her tür fikir kendisini ifade edebilmelidir, her türlü fikrin içerisinde
örgütlenebilmelidir. Fakat sosyalizmin sivil hayatta devlet aracılığıyla tekel
kurmasına karşı çıkmamız gerekir. Bundan dolayı da sosyalizmle ilgilenmek
ve sosyalizmi eşleştirmek mecburiyetindeyiz.